12 Kasım 2016 Cumartesi

SON TÜRK’Ü ERGENEKON’A GÖTÜREN DE TÜRKLERİ ERGENEKON’DAN ÇIKARAN DA BİR BOZKURT İDİ.ERGENEKON DESTANI'NIN KISA BİR ÖZETİNİ PAYLAŞIYORUZ:

Bozkurt Türk gencini düşmandan kaçırıp Ata mağarasına(Bugün ata mağarasının yeri bilinmemektedir. Asya Büyük Hun Devleti’nde bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası’na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti’nde de yapılagelmiştir. Tabgaçlarda kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada yere, göğe, ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban törenlerinden sonra da çevreye kayın ağaçları dikilir, o bölgede kutsal bir orman oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir ) götürmüş ve bu mağaradan giderek genci Ergenekon’a ulaştırmıştır.
Aradan yüzlerce sene geçti,Türk milleti Ergenekon’da çoğaldı. Dedilerki:
“Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuzda eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım.
Türkler, Kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon’dan çıkmak için yol aradılar.; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritirsek, belki dağ bize geçit verir.”
Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü; odun,kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körüp yapıp, yetmiş yere koydular. Odun, kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı’nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.
Sonra gök yeleli bir bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk’ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladıki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının kutsal gününde Ergenekon’dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapıılır. Bir parça demir ateşle kızdırılır. Bu demiri önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri aynı işi yaparak bayramı kutlarlar. (İbrahim Sarı, Türk’ün Destanları)
GÖKTÜRKLERİN BİZATİHİ KENDİ AĞIZLARINDAN KÖKENLERİNE DAİR ANLATTIKLARI MİTOS ÇİN KAYNAKLARINDA ŞÖYLE ANLATILIR:
Göktürkler Hunlar’ın bir boyuydu ve sülale isimleri “Aşina” idi. Komşu bir ülke onları yendikten sonra topyekûn mahvolmuşlardı; sadece, askerlerin acıyarak bir bataklığa attıkları on yaşında bir çocuk hayatta kaldı. Dişi bir kurt çocuğu buldu, etle besledi, büyüttü ve sonra ondan hamile kaldı. Komşu ülkenin galip kralı, çocuğun yaşadığını öğrenince adamlar yolladı ve onu öldürttü, fakat dişi kurt dağlara kaçtı, Kaoçang’ın(Turfan) kuzeyindeki, içerisinde yüzlerce millik yeşil bir çayır bulunan bir mağaraya çekildi. Dişi kurt buraya yerleşti ve on çocuk doğurdu. Bunlar çevre ülkelerden eşler buldular ve ürediler.Çocuklara isim verdiler, bunlardan birini “Aşina” olarak adlandırdılar. Çoğaldılar; daha sonra, artık yüzlerce aile olduklarında mağaradan çıktılar ve “Juanjuanlara” katıldılar. O dönemde Kin- Şan’ın (Altay) güney bölgesinde yaşıyorlardı ve “Juanjuanlara” demir ustaları olarak hizmet ediyorlardı. Kin-şan dağı miğfer şeklinde olduğundan ve miğfere kendi dillerinde “Tuküe”(Türk) dendiğinden, nihayetinde bu isimle anılır olmuşlardı.
Ek bilgi: Göktürklerin ismi, İç Asya’nın çoğu göçebe kavminde olduğu gibi, önce Çin kaynaklarında görülüyor. Kökenleri ve gelenekleri hakkında “Çou Şu” ve daha az ayrıntılı olarak “Şuy şu” isimli hanedan yıllıklarında bilgi ediniyoruz. Çou Şu isimli Çin yıllığı Göktürklerin kökenine dair iki efsane anlatıyor. Bu hikayeler fevkalade ilginçtir, zira kaynağı o dönemin Göktürk kökenli anlatıcılarıdır;bu anlatılar bir İç Asya kavminin köken mitosu hakkında ayrıntılı bilgiler edinmemize imkan tanıyor.
Kaynak: Eski İç Asya'nın Tarihi-Istvan Vasary

2 Mart 2016 Çarşamba

Milli Sembolümüz "Kurt" un Türk Kültürü'ndeki Yeri

Kurt Türk efsanelerinde merkezi bir rol oynamaktadır. Göktürk hükümdar sülalesi olan Aşına ailesinin atası bir dişi kurt idi. 6.-7. Yüzyıllarda Türk halk çevresinde kurt-ata inancı çok yaygındı. Taşlar ve madenler üzerine bunu tasvir eden kabartmalar yapılıyor ve Göktürk hakanları, atalarının hatırasına hürmetten, otağlarının önüne altın kurt başlı tuğ dikiyorlardı. Böylece kurt-başlı sancak hakanlık alameti olmuştu. M.Ö. Asya Hunlarında, hatta o tarihlerde Batı Türkistan’da oturan Wu-sunlar’da kurttan türeme efsanesi ve dişi kurt tarafından verilen süt ile beslenme inancı yaşıyordu. Aynı efsane Tabgaçlarda da vardı. Tabgaç ülkesinde "kurt dağları", "kurt nehirleri" ve kurt dağına ait bir sunak bulunuyordu. Uygurların diğer bir menşe efsanesi, bunları da kurta bağlıyordu. Türklerle kurtun efsanevi ilgisi İslam ve Süryani kaynaklarında da akisler bulmuştu. Kaynaklarda Avrupa Hunlarından "Kuzey Kurtları" diye bahsedilmesi ve Hun-Kurt (=Hunwulf: Skir kralının kardeşi) gibi isimlerin görülmesi de Batı Hunlarında kurt geleneğinin izleri olsa gerektir. Batı (Bulgar) Türkeri’nde kurt kelimesinin özel ad olarak da kullanıldığı anlaşılıyor. 


Kurt'un Türkçe’de diğer adı böri’dir ve bu kelime Orhun kitabelerinde, Uygurca vesikalarda, Divânü Lügati't-Türk’de ve Oğuz Kağan Destanında geçer. çin kaynaklarında "Fu-li" şekli ile yer adı, şahıs adı, kavim soyadı vb. olarak çok zikredilir. Unlu Tabgaç hükümdarı Tai-wu(424-452)'nun lakabı Fu-li veya Fo-li ( = Böri) idi. Göktürk hakanlığının hassa ordusu mensuplarına da "Fu-li" deniyordu. Türkler arasında kurta verilen büyük ehemmiyet asrımızın başlarına kadar devam etmiştir. Etnoloji ilmine göre kurt motifi Türkler için "tipik"tir, yani başka kavimlerde görülmeyen bir etnografik belirtidir, Eski Çin kaynaklarında bile Türk asıldan olmayan bazı kavimler "kurttan türeyenlerden değildir" şeklinde ayırdedilmiştir. 

Türk edebiyatına Moğollar zamanında tespit edilmiş şeklinden intikal ettiği için bizde Moğolca adı ile ("Ergene-kon") tanınan destan da Moğol devri tarihçisi Reşîd'üd-din tarafından Moğollaştırılmış Göktürk Bozkurt Destanından başka bir şey değildir. Türk destanlarında kurt, ayrıca yol gösteren, buhranlı anlarda imdada yetişen bir varlıktır. Uygurların "Kutlu Dağ” efsanesinde kurt, ülkeye bereket ve saadet getirdiğine inanılan kutlu bir kayanın Çinlilere verilmesinden sonra, uğursuzluk çöken memleketin açlığa mahkûm olması üzerine kendilerine yeni yurt arayan Uygurlara rehberlik etmişti. Batıda (11. yy. sonu) Kumanlarda yardımına başvurulduğuna dair kayıtlar bulunan kurtun rehberlik rolü de M. 2. asır ortalarına kadar geri gitmektedir. Wei-shu’daki bilgilere göre, M. 160-170 yılları arasında, yerlerinden ayrılmağa mecbur kalan Tabgaçlar ’ın ataları (Hunlar. İhtimal M. 160'lara doğru Kuzey- Hun topraklarını istila eden Sien-pilerin şiddetli baskısı ile ilgili, bk. yk. Asya Hunları) "garip yaratılışlı" bir hayvanın rehberliğinde yolsuz dağlardan aşabilmişlerdi. Göçü T'ui-yin adlı bir başbuğ (Herhalde -Bulgar Hakanları listesindeki- Avitokhol'un oğlu veya akrabası, bk.yk. Büyük Bulgarya) idare etmişti ki, Çince olmayan bu ad Türkçe’de "bir yandan diğer yana gecen" manasındadır. Gök-Türklerdeki kuıt=Aşına adı da (şimdiye kadarki okunuşları: Asena, Zena, Aşina vb.) aynı efsane ile ilgili olarak, Türkçe "Aşan" şeklinde de açıklanmıştır. Hunlar tarafından kurulan 2. Chao devleti (328-352, bk. yk. Asya Hunları) tanhusu, taştan bir kaplan heykelinin, arkasında 1000 kurt ve tilki olduğu halde, harekete geçtiğini gördüğü zaman, "taş kaplan’ın Tanrı'nın emri ile kendisine sefer istikametini göstermekte olduğunu söyleyerek savaşa hazırlanmıştı. Burada rehberlik görevini yapan taş heykelin aslında kurt olması kuvvetle muhtemeldir, zira kurt sürüsü, kaplanı değil, Türk geleneğinde “kök-böri” veya "gök yeleli" denilen yaşlı ve tecrübeli kurtu takip eder. Esasen Türkler için "tipik" olduğu belirtilen kurt ile ilgili -Moğollar ve diğer Asya kavimleri arasındaki- efsane, masal ve hikâyelerden başka eski Roma'nın, Remus-Romulus efsanesi ve Ortaçağ İtalya'sında, Papa Leo, St. Lupus efsanelerinde vb. Türk tesirine yıllarca önce işaret edilmiştir. Daha sonraki geniş araştırmalarda da, Yunanistan'dan Finlandiya'ya kadar bütün Avrupa ve ayrıca Amerika, Hindistan masal ve hikâyelerinde Kurt’un, tıpkı Türklerde olduğu gibi, iki fonksiyon (ata ve rehber) icra ettiği anlaşılmış, neticede, "köpek mitolojisinden daha eski olan kurt mitolojisinin" Prehistorik çağlarda Orta Asya'dan dünyaya yayıldığı kanaatine varılmış, son olarak, başta eski Roma kültüründe olmak üzere dünyadaki kurt mitolojisini ayrıntılı bicimde inceleyen A. Alföldi tarafından Roma'daki dişi kurt efsanesi ve Luperkale (ata mağarası) törenlerinin Asya Bozkırları menşeli olduğu ve "savaşçı çobanlar”dan, Etrüskler aracılığı ile baba hukukuna dayalı devlet anlayışı ile birlikte, Batıya intikal ettiği ortaya konmuştur. 

En büyük ve kadim Türk destanı olarak eski Türk devlet gelenekleri ve sosyal davranışlarını yansıtan "Oğuz Hakan" Destanı'nda Bozkurt, semavî ışık ve geyik bir arada görülmektedir. Oğuz, mücadele ettiği canavara karşı geyiği yem olarak kullanmış, gökten bir ışık demeti içinde inen kız ile evlenmiş ve yine gün ışığından peydahlanan Bozkurt öncülüğünde dünya fütuhatına çıkmıştır. Bulgaristan'da Madara'daki ünlü kaya kabartmasında heybetli bir süvari biçiminde gösterilen Krum Han'ın yanında normal büyüklükteki kurt tasviri herhalde Türk Bozkurt geleneğinin taşa işlenişinden diğer bir örnek olmalıdır. Yukarıda söylediğimiz gibi, Gök-Türkler cağında hakanlık belgesi olan altın kurt başlı sancak geleneği Uygur devrinde de devam etmiştir. Ancak, 14. asra doğru yazıya geçirilmiş olduğu bilinen Oğuz Kağan Destanı'nda yer alması tabii sayılmak gereken geyik ve semavi ışık motiflerinin gerçekte Bozkır-Türk kültürünün asli unsurlarından olmadığı, bunların daha ziyade yabancı (İskit veya Fin-Ugor ?) kavimlerinden ve Maniheizm vb. gibi dinler aracılığı ile batıdan Türklere geçtiği anlaşılmaktadır. Fakat kurt motifi, çobanlık ve besicilikle olan sıkı ilgisi dolayısıyla Bozkırlı ve yukarıda belirtildiği üzere, doğrudan doğruya Türktür. Bundan dolayı, hala çeşitli ülkelerdeki Türkler arasında söylenen masal ve halk hikâyelerinde hem ata, hem de kurtarıcı-rehber vasıfları ile Bozkurt, bütün Türklerce kutlu sayılmış ve Türklüğün milli sembolü payesine yükselmiştir.(Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu- Türk Milli Kültürü) 

23 Şubat 2016 Salı

1979 İRAN DEVRİMİ SIRASINDA İRAN TÜRKLERİ NE YAPTILAR, İRAN AZERBAYCANLILARI’NIN LİDERİ AYETULLAH ŞERİATMEDARİ Şİİ FARSLILARCA NASIL SUSTURULDU, AZERİ TÜRKLERİ TÜRK ŞEHRİ TEBRİZ’DE DEVRİM MUHAFIZLARINA NASIL YENİLDİLER.

Birçok Türk boyunu barındırsa da İran Türkleri denildiğinde ilk akla Güney Azerbaycan gelmektedir. 25 milyondan fazla Azerbaycan Türkünün yaşadığı Güney Azerbaycan II. Dünya Savaşı’nda bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu dönemde millî ordu kurma, toprak reformu, kültür işlerinin Türkleştirilmesi çabaları yoğunlaşmıştır. Fakat İngiliz, Rus ve İran hükümetlerinin anlaşması sonucunda bu girişim, başarısızlıkla sonuçlanmış, Güney Azerbaycan Millî Hükümeti 1946 yılında yıkılmıştır.

1979 İran Devriminin gerçekleştirilmesinde, İran Türkeri’nin mühim rolü vardı. 1979 İran devriminden sonra bu devrimin merkezinde bulunan ve devrimin gerçekleşmesi için ön saflarda hareket eden İran Türkleri büyük bir isyana imza attılar. Bu isyanın nedeni, devrim için yüzlerce ölü vermelerine rağmen yeni yönetimde Türklere hiç bir milli hakkın tanınmaması ve yeni anayasanın gelecek yıllarda diktatörlüğe yol açabileceği kuşkusuydu. İran Türkleri (Güney Azerbaycanlılar) Pahleviler döneminde ister kültürel isterse siyasi alanda ağır baskılara maruz kalmış bir halk olmaları münasebetiyle devrime destek vermişlerdir, Tahran pazarının çoğunluğunu teşkil eden Azeri tüccarları devrime mali destekte bulunmuş, Tebriz üniversitesi öğrencileri Tahran üniversitesi öğrencileri ile beraber büyük çaplı protestolar yapmış, Azeri Türklerinin dini lideri Ayetullah Şeriatmedari Humeyni’yi ölümden kurtarmış ve ülkeye geri dönmesini sağlamış ve bu devrim için yüzlerce ölü vermiştir. Defalarca etkin siyasi şahsiyetlerin söylediği gibi, Tebriz ve Güney Azerbaycan olmasaydı İran devrimi hayatta gerçekleşemezdi. Ancak, bu kadar yeni düzen için emek veren Güney Azerbaycan halkı Şah’ın devrilmesinden sonra Tahran’dan tatsız haberler duymağa başladı. Bu haberlerin özetini şu cümle ile ifade edebiliriz: “Azerbaycan’ın hakları göz ardı edilecek ve yeni Anayasa mollaların diktatörlüğüne yol açacaktır.” İşte Güney Azerbaycan halkının bazı siyasi faalları buna itiraz olarak devrimin ilk aylarında “Halk Müslüman Partisi‘ni kurdular. Bu parti yeni sistemde Güney Azerbaycan için özerklik istiyordu ve İran’ın yeni Anayasa’sında Şii mollaların mutlak diktatörlüğüne karşı çıkıyordu. “Halk Müslüman Partisi” kurulduktan sonra Ayetullah Şeriatmedari’nin yanına gidip ondan izin istedi. Şeriatmedari partinin isteklerini yerli bilerek bu partiye destek verdi ve partinin manevi lideri haline geldi. “Halk Müslüman Partisi”, Şeriatmedari'den aldığı meşruiyetle Tebriz’i kontrol altına aldı. Radyo-Televizyon gibi stratejik kurumları Şeriatmedari taraftarları eline geçti ve Tahran yönetimi Tebriz’in gücünün farkında olarak sarsıntıya düştü. Azeri Türkleri ile devrim muhafızlarının Türk şehri Tebriz’deki mücadelelerinde ise teçhizat üstünlüğüne sahip olan devrim muhafızları üstün gelmişlerdir.
Prof.Dr. Fahir Armaoğlu “20.Yüzyıl Siyasi Tarihi” adlı eserinde Azeri Türklerinin düştüğü durumu şöyle anlatıyor:
...
Azeri Türklerine gelince: Şah'ın devrilmesinde Azeri Türkleri ile liderleri Ayetullah Şeriatmedari'nin mühim rolü olmuştur. Azeri Türklerinin çoğunluğu Şii idi ve Şeriatmedari, dini kıdem bakımından Humeyni'den önce gelmekteydi. Bu sebeple, daha ilk günden itibaren Humeyni Şeriatmedari ‘den çekinmiş ve bunun neticesi olarak da, iki lider arasında sürtüşmeler başlamıştır. Şeriatmedari, Şii din adamlarının merkezi hükümette bu derece aktif rol almalarının karşısındaydı. Bu görüş ayrılıkları şiddetlenince, Azeri Türkleri daha organize hale gelmek için Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi'ni kurdular. Bundan sonra Humeyni ve Devrim Muhafızları ile çatışmalar daha da şiddetlendi. 1979 Aralık ayında yapılan anayasa referandumunu Azeri Türklerinin yüzde 80'inin boykot etmesi üzerine Humeyni taraftarları Şeriatmedari'nin Kum'daki evine saldırdılar. Tebriz'de de Devrim Muhafızları saldırılara başladılar ve çatışmalar iyice şiddetlendi. 1980 Ocak ayında da devam eden bu çatışmalar sonunda Devrim Muhafızları, Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi'nin Tebriz'deki genel merkezini bastılar ve birçok kişiyi öldürdüler. Bunun üzerine Parti dağıtıldı ve Şeriatmedari de Humeyni ile mücadeleyi gevşetti. Mamafih, 1981 yılı içinde Tebriz'de zaman zaman çatışmalar eksik olmadı. 1982 yılında da Şeriatmedari göz hapsine alındı.


22 Şubat 2016 Pazartesi

"Altın mızrağını Yaldızlı Kapu’ya asmağa" and içmiş olan Türk hanı Krum(Kurum) kimdir?

Krum Han (Bulgarca: Крум) (ö. 13 Nisan 814), 803 öncesi - 814 yılları arasında hüküm süren Tuna Bulgar Devleti hanı.
9. asır başında, Orta Avrupa'da Avar hakanlığının Franklar tarafından tam bir çöküntüye götürüldüğü yıllarda Krum adlı unlu bir Bulgar hükümdarının iktidara geldiği görüldü (803-814).
Krum, Tuna Bulgarları'nın Orta Asya uygarlığından çıkıp Slavlaşmaya başladığı bir yerde doğdu. Babası Toktu, Asya kökenli bir göçebe beyiyken annesi Slav'dı. Krum da açık renk saçları ve açık renk gözleriyle Bulgarların Slavlaşması sürecinin örneklerindendir.
Krum Han Şarlman'ın zayıflattığı Avarlar'a ölümcül darbeyi vurdu ve 805'te Doğu Avrupa bozkırlarındaki en büyük güç haline geldi, bu sayede hem Asyalıların, hem Slavların dikkatini çekti. Batıda Karpatlar'ı ve güneyde Tuna Nehri'ni aştı, hem batının hem doğunun imparatorlarını tehdit ediyordu.
Güney Macaristan ile Transilvanya'yı hanlık sınırları içine katan "mahir harp adamı ve aydın teşkilatçı" Krum gibi kudretli bir komşudan ürken 802’de tahta geçmiş olan Bizans imparatoru Nikephoros I, erken davranarak onu baskıya almak düşüncesi ile harekete geçti (811)
Hanlık başkenti Pereyaslav (Preslav. Şumnu'nun güneybatısında, Catalar koyu yanında)'ı tahrip etti ve ilerledi. Bizanslılar katliama giriştiler, buna karşın Krum kadınları bile silahlandırarak direnişi örgütledi.Hızla gelişen çetin savaşlardan sonra imparator Nikephoros tuzağa düşürülüp öldürüldü ve Krum, imparatorun kafatasını gümüşle kaplı bir şarap kadehi hâline getirterek zaferinin simgesi olarak kullandı. Dört buçuk asra yakın bir zamandan beri ilk defa bir Bizans imparatoru düşman elinde can veriyordu.
I. Nikephoros'un yerine oğlu Stavrakios geçti. Ancak o da Krum'a karşı savaşırken boynuna aldığı yara yüzünden tahttan çekildi ve ardından öldü.
Trakya'yı istila eden Krum, Konstantinopolis'i bile tehdit edecek duruma gelmişti. Krum Han, âdeta Bizans'ı ortadan kaldırmağa hak kazanmış ve "altın mızrağını Yaldızlı Kapu’ya asmağa" and içmişti.İmparatorluğun doğu eyaletlerinden getirilen birliklerle takviyeli kalabalık ordusunun başında Bulgarlar üzerine yürüyen Mikhael II Bulgarlarla Edirne yakınlarında karşılaştı. Ağır bir yenilgiye uğrayan Mikhael canını zor kurtardı ve bu olaydan sonra tahtı bırakıp kendini dine verdi.
O Sardika(Sofya)’yı (809'da), Niş ve Belgrat şehir-kalelerini işgal ederek Orta Avrupa-Yakın Doğu arası en büyük ticaret ve askeri sevkiyat yolunu kontrolü altına almıştı. 813'de Filibe üzerinden Edirne'ye ulaştı, burayı muhasara altında bırakarak süratle ilerledi. İstanbul'u kuşattı (814 baharı). Fakat saldırıların en hummalı zamanında ansızın ağzından, burnundan kan boşanmak suretiyle olüverdi (13 Nisan 814)
G. Feher tarafından harabeleri ortaya çıkarılan Pliska (Şumnu'nun kuzeydoğusunda Aboba koyu yanında) ve Preslav şehirleri ile Madara kasabası (Şumnu'nun doğusunda) civarında yüksek bir kaya üzerinde 40 m 'lik yeri kaplayan, kitabeli, Krum Han'ın atlı kabartması o çağın hatıralarıdır. 
(Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu)
Krum Han zamanında Bulgaristan(açık renkli alanlar Krum'un ele geçirdiği yerlerdir.)

18 Şubat 2016 Perşembe

Tabgaçlar kimdirler,Türklerin Çin kültürünün altında kalıp asimile olmasını engelleyen Tabgaç hakanı T'ai-wu kimdir.



Çin kaynaklarına göre hepimizin çok yakından tanıdığı Asya Hun İmparatorluğu'dan bir bölük idiler. 4.yüzyıl sonlarına doğru Kuzey Çin'de kudretli bir devlet kurmuşlardır.Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu daha detaylı bilgiyi "Türk Milli Kültürü" eserinde şöyle veriyor: 



4.yüzyıl sonlarına doğru Kuzey Çin'de kudretli bir siyasi teşekkül meydana getirmişlerdir. Çinliler'in To-ba ve ya To-pa dedikleri topluluğu Türkler Tabgaç diye anmışlardır. Orhun kitabelerinde sık sık adı geçen ve Göktürk yolu ile Bizans kaynaklarına da intikal eden Taugast ( = Tabgaç) kelimesi, “Çin” manasına da alınmıştır.Aslında Türkçe olup, “ulu, muhterem, saygıdeğer” manâsını ifade eden Tabgaç tabiri, bazı Karahanlı hükümdarları tarafından unvan olarak (Tafgaç, Tamgaç) kullanılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un, Türklerden bir bölük olduğunu kaydettiği Tabgaçlar, Çin yıllıklarına göre Asya Hunları’ndan bir kısımdır. Sülalenin resmî tarihinde (Wei-shu) de Mete Han, eski T’o-ba (Tabgaç) hükümdarı olarak gösterilmiştir. 




Ayrıca Tabgaçların örf-adet ve geleneklerinden çoğu; Kurt efsanesi, mağara, dağ, orman kültleri, göç efsanesi vb. Türklerle ilgili bulunduğu gibi, dillerinin de Türkçe olduğunu ortaya koyan deliler vardır: Bitegçin (Bitikçi, kâtip, hariciye nazırı), kapugçin (kapıcı, hacib), atlaçın (atlı, süvari birliği), tabagaçın (yaya, piyade birliği), kurakçın (koruyucu, muhafız kıtaları), yamçın (posta sürücüsü), aşçın (aşçı, matbahçı başı), törü (kanun töre) vb. Çin kaynaklarında geçen bu kelime ve tabirler, aynı zamanda, Tabgaçların devlet idaresi ve ordu kuruluşları hakkında da bilgi verir durumdadır. 




Bununla beraber, bu Türk devletinde, oldukça büyük ölçüde, Moğolların da yer aldığı anlaşılıyor. Araştırmalarda, Tabgaçlara bağlı kabilelerden, kimlikleri tespit edilebilenlerin yarısından fazlasının Moğol menşeli olduğu neticesine varılmıştır. Ancak Moğollar, diğer Çinli halk ile birlikte şüphesiz tebaa durumundadır. 

... 

Hükümdar Sseu’den (409-423) sonra, Çin’in başkentleri Lo-yang ve Cha’ang-an’ı (bugün Si-gan-fu) ele geçirerek, hakimiyetini Sarı Irmak bölgesine yayan ve bütün Kuzey Çin’i tek idarede birleştiren büyük hükümdar T’a-o (T’ai-wu) devrinde (424-452), Tabgaç Devleti, en parlak çağını yaşadı. 
427’de Hun Hia krallığını alan ve Juan-juan’ları mağlup ederek, bugünkü İç Moğolistan’ı istila eden (436) T’ai-wu, 439’da Kansu’daki son Hun Krallığını (Pei-Liang) ortadan kaldırdıktan sonra, İç Asya’ya yönelerek Karaşar, Kuça şehirlerini himayesine bağladı (448). Böylece, ünlü ipek yolu güzergâhı, tekrar Türk hakimiyetine girmiş oldu. T’ai-wu, Çin askerinin “taydan ve düveden farksız” olduğunu söylüyor ve kendisi “Börü” smile ifade simgesi Kurt, Çince şekli Fo-li) lakabını taşıyordu. 




İmparatorluk merkezini, Türk hayat şartlarına oldukça uygun gelen bozkır bölgesinde (kuzey Şan-si) tutan T’ai-wu, o sıralarda Çin’de yayılmakta olan Budizm’in, Türkler arasında nüfuz kazanmasını önlemeğe çalışıyor, idaresi altındaki Çin topraklarında bile, Budistlerin dini faaliyetlerini kontrol ediyordu. Tapınaklarda âyinler dışında din propagandasını yasaklayan bir emirname çıkarmış (438) ve 446’da emre riayet etmeyenlerin şiddetle takibini emretmişti. T’ai-wu’nun Türk bünyesini ve seciyesini, Budizm’in bozucu tesirinden korumak maksadını güden bu tutumunun manâ ve değeri, daha sonra anlaşıldı. 




Tedbirlerin ehemmiyetini fark edemeyen halefleri zamanında, hattâ Budizm’in himayesi cihetine gidildi. İmparator Siun (452-465) ile gelişmeğe başlayan bu durum, daha sonra büsbütün hızlanarak, Tabgaç topluluğunun Çinlileşmesine zemin hazırladı. 493’te, başkenti, bozkır bölgesinden eski Çin merkezi Lo-yang’a nakleden İmparator Hong (471-499), Türk töresine karşı ağırlık verdiği soysuzlaşmayı(479'da yalnız başkentte 100 tapmak ve 2000'den fazla rahip bulunuyordu) 495 yılında Türk örf, adet ve geleneklerini, Tabgaç dilini ve hattâ yazışmalarda Türkçe tabirlerin kullanılmasını yasaklamakla tamamladı. 




Buna karşı çeyrek asır kadar devam eden tepkiler, bastırıldı. Kiao’dan (499-517) sonra idareyi devralan imparatoriçe Hu (ölm. 528), Budizm’e o kadar düşkün idi ki, yabancı memleketlerdeki “dindaşları” ile de ilgileniyordu. 520’ye doğru Hindistan’da Ak Hun İmparatorluğu hükümdarı Mihiragula’yı ziyaret ettiğini gördüğümüz Çinli Budist rahip, bu kraliçenin arzusu ile seyahat ediyordu. Tabiatıyla, Tabgaç iktidarı da gittikçe gücünden kaybetmekte idi. Devlet, 535’e doğru Kuzey (Tai’de) ve Batı (Cha’ang-an’da) Weileri adı ile ikiye ayrıldı ve aralarında mücadele başladı. Kısa zaman sonra, bütün arazileri, Çinli hanedanlara intikal etti (550-556). 

8 Şubat 2016 Pazartesi

Orta Çağ Avrupası'ndan muhteşem Kale Görüntüleri

Harlech Castle,İngiltere
Het Steen Kalesi, Belçika

Het Steen Kalesi, Belçika
El Hamra Sarayı, Gırnata, Endülüs, İspanya
Pena Palace, Portekiz

Pena Palace, Portekiz
Caernarfon Castle, Galler, İngiltere
Blandy Les Tours Şatosu, Fransa
Chateau de pierrefonds Şatosu, Fransa
Hohenschwangau Castle,Almanya

Hohenschwangau Castle,Almanya
Trakai Castle, Litvanya 
Trakai Castle, Litvanya

Kore yapımı bir çok dizi var; ama bu tarihi diziyi tarih severlere tavsiye ederim, diziden bir kesit ekliyorum.

Gojoseon (okunuşu: Gocoseon) Krallığı, Çinliler tarafından parçalanmıştır ve halkı Çinliler tarafından köle olarak çalıştırılmıştır. Hae Mo Su'nun liderliğini yaptığı Damul Ordusu ise Gojoseon halkını Çinlilerin zulmünden kurtarmak ve Gojoseon'u yeniden kurma amacında çeşitli saldırılar düzenlemektedir. Hae Mo Su'nun liderliğindeki Damul Ordusu'nda Buyeo prensi Geumwha da bulunmaktadır. Hae Mo Su ve Geumwha birbirlerini bir kardeş gibi sevmektedirler. Hae Mo Su bu sırada Lady Yoohwa ile karşılaşır ve birbirlerine aşık olurlar. Buyeo'nun Hae Mo Su'ya kurduğu tuzaktan sonra Geumwha, Lady Yoohwa'yı yanına alır ve Lady Yoohwa burada çocuğu Jumong'u doğurur. Geumwha'nın öz çocukları olan Daeso ve Youngpo'ya yeterli sevgiyi göstermemesi ve Jumong'u daha çok sevip sayması üzerine Daeso ve Youngpo'da, Jumong'a karşı büyük bir nefret uyanacak, diğer taraftan Jumong, gerçek babasının kim olduğunu öğrenmesi ile birlikte onun gerçekleştiremediği amacı gerçekleştirmek için yaşamaya başlayacaktır... Ve bu amacını gerçekleştirerek Go Gur Yeo adlı güçlü bir ülke kurar. Go Gur Yeo Krallığı 705 yıl ayakta kalır. Bu ülkeyi kurarken zorluklarla ve büyük aşklarla karşılaşmıştır.

Edige Mirza adlı tarihi şahsiyet kimdir.

Prof.Dr Akdes Nimet Kurat Hoca 4. ve 18. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri adlı eserinde Edige Mirza hakkında bilgi veriyor,Edige Mirza kimdir:
Aksak Timur’un 1391’deki seferinden az önce Toktamış’tan kaçarak Timur’un hizmetine giren, Nogay- Mangıt büyüklerinden Edige Mirza’nın ismi geçmeye başlıyor. Bu zat az sonra, cesaretiyle ad kazanmış ve Timur-Kutluk Han’ın koruyucusu sıfatıyla sivrilmiş ve vaktiyle Nogay’ın oynadığı rolü üzerine almıştır. Timur Kutluk ’un ölümünden sonra(1401) Edige Mirza, Şadibek adlı bir Çingiz oğlunu tahta geçirmiş ve onun adına bütün devlet idaresini elinde tutmuştur.1408’de Şadibek ile Edige arasında çıkan mücadelede, Han tahtını bırakıp kaçmak zorunda kalmıştır. Bu defa tahta geçirilen Pulat Bek, Edige’nin elinde tam bir oyuncak olmuştur.
Edige Mirza, Altın Orda’ya kafa tutmaya başlayan Moskova Knezliğini de itaat altına almak maksadıyla Litvanya ile anlaşmış ve Litvanya ile Moskova arasında başlayan mücadeleden faydalanarak 1409’da Moskova’ya karşı büyük bir sefer açmış, Rus Knezini itaate mecbur kılmıştır.
Edige Mirza’nın, Harezim’de Altın Orda’nın hâkimiyetini sağladığı görülüyor. Bu sıfatla 1409’da Herat’a, Şahruh’a (Timur’un oğlu) elçi göndermişti; bu münasebetle kendisinin adeta bir hükümdar gibi davrandığı da anlaşılmaktadır. Fakat Edige ile Toktamış’ın oğulları arasında başlayan mücadelelerde Edige’nin kudreti tedricen azalmış ve nihayet yenilgi ile bitmiştir. Edige’nin 1416’da Kiyef’e hücumu bilindiğinden, kendisinin bu tarihlerde Kırım’a dahi hâkim olmuş bulunması mümkündür. Fakat bu tarihten üç yıl sonra, Edige Mirza, Toktamış’ın oğlu Kerim- Birdi tarafından Yayık Nehri üzerindeki Saraycık şehri yakınında 1419’da mağlup edilmiş ve parçalanarak öldürülmek suretiyle macera dolu hayatına son verilmiştir.
EDİGE DESTANI
Edige Mirza’nın kahramanlıklar ve maceralarla dolu hayatı ve bilhassa Moskof- Ruslar’a karşı savaşları, başta Mangıt-Nogay uruğları arasında olmak üzere destanlara konu teşkil etmiş ve şahsiyeti Karadeniz’in kuzeyindeki ve İdil boyundaki bütün Türk kavimlerinin en çok sayılan “tarihi kahramanı” olarak tebcil edilmiştir. Bu destanlarda, Edige’nin büyük kahramanlıkları, cesareti, yiğitliği ve birçok maceraları anlatılmaktadır. Nesilden nesile ağızdan ağıza nakledilen “Edige Destanı”, Türk Destan Edebiyatı arasında, “Manas” Destanı kadar olmasa bile, yine de yüksek bir yer tutmaktadır. Fakat bu destan Rusya-Sovyetler hükümetince Kazan ilinde ve diğer Türk ülkelerindeki bütün tarih ve edebiyat kitaplarından çıkarılmış ve söylenmesi de yasak edilmişti. Çünkü bu destan, güya ancak ”Hanlar, yüksek tabaka ve beylerin” hayatını aksettiriyor ve milletler arasındaki dostluğu yıkacak nitelikte imiş(Ruslara karşı mücadeleler tebcil ediliyor demek isteniyor). Buna rağmen bu Edige Destanı’nın yine de eskisi gibi ağızdan ağıza dolaştığı ve muhafaza edildiği muhakkaktır. Zaten basılmış olması hasebiyle büsbütün kaybolması da mümkün değildir.
Edige’den sonra, “ Taht İli”nde (Saray’da) Hanlar birbirini sık sık takip etmişler ve karşılıklı şiddetli mücadeleler yapmışlardır.
(Prof.Dr Akdes Nimet Kurat,4. ve 18. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri)

Emir Nogay adlı tarihi şahsiyetkimdir.

Prof.Dr Akdes Nimet Kurat Hoca "4. ve 18. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri adlı eserinde Emir Nogay hakkında bilgi veriyor,Emir Nogay kimdir:

Cuci'nin oğullarından birinin neslinden gelen Emir Nogay askeri kabiliyeti ile süratle sivrilmiş 1299 yılındaki vefatına kadar yaklaşık 40 yıl Altın Orda Devleti'nin mukadderatı üzerinde mühim rol oynamıştır, Cengiz'in oğullarından tahta çıkardığı kimseler vasıtasıyla arzu ettiği şekilde devleti idare etmiştir, öyleki dış memleketlerde melik olduğu (Rusya'da Çar) dahi zannedilmiştir. Hatırası Nogay'ın ölümünden sonra da yaşamış kendisine bağlı il ve uruğlar onun ismiyle tesmiye olunagelmişlerdir. Başta Ruslar'a karşı yaptığı savaşlar olmak üzere kahramanlıkları, cesareti, yiğitliği destanlarda anlatılan Türkler'in tarihi kahramanı Edige Mirza da Nogay'dan on yıllar sonra vaktiyle Nogay'ın Altın Orda Devleti''nin mukadderatı üzerinde oynadığı rölü oynamıştır.
Berke Han’ın Hülagü’ye karşı yaptığı harpler esnasında, Cuci oğullarından birisinin neslinden gelen, Tatar oğlu Nogay, askeri kabiliyeti ile sivrilmiş ve süratle yükselmişti. Berke Han’dan sonra tahta çıkan Mengü-Timur (1266-1280) zamanında Nogay’ın nüfuzunun arttığı görülüyor; Tuda-Mengü zamanında(1280-1287) Nogay, Altın Orda’da başlayan iç karışıklıklarda şahsi cesareti, kuvvetli iradesi ve idari kabiliyeti sayesinde devletin en nüfuzlu şahsiyeti olmuş ve idareyi elinde tutmuştu. Fakat babası han olmadığı cihetle, Nogay da “Han” lakabını alamamış, “Emir” olarak kalmakla yetinmiştir.
İşte bu Emir Nogay, kırk yıl kadar Altın Orda mukadderatı üzerinde mühim rol oynamış ve uzun zaman, istediği anda “Han” ları değiştirmiş, Çingiz oğullarından tahta çıkardığı kimseler vasıtasıyla arzu ettiği şekilde devleti idare etmiştir. Dış memleketlerde Nogay’ın “Melik” (Rusya’da “Çar”) olduğu dahi zannedilmiştir. Emir Nogay resmen, sadece Deşt-i Kıpçak’ın ordu kumandanı ( Tuman-Tümen başı) idi. Fakat yukarıda da ifade edildiği gibi, bilhassa Tuda-Mengü Han ile Tele Boğa (1287-1291) ve Tokta Han (1291-1312) ın ilk on yılında (1299 a kadar) çok büyük rol oynamış ve Altın Orda’nın hakiki amiri olmuştur.
Deşt-i Kıpçak’ta bulunması hasebiyle Emir Nogay, Balkan işlerine de karışmış ve Bulgar Çarı Gregor Terter, onun tarafından tahtından indirilip, yerine Smileç adında biri getirilmiştir. Nogay, 1296’da Sırplar’a karşı da yürümüş ve Kral Stefan Milütin’i itaata mecbur kılmıştır. Nogay’ın 1297’de Bizans İmparatoruna da kendi taleplerini kabul ettirdiği biliniyor.
Mamafih Nogay’ın kudretine bakmaksızın (ve belki de bundan ötürü) Altın Ordu’da kanlı mücadelelerin önü alınamamıştı. Hatta Nogay’ın kendisine tabi “iller” “uruğlar” arasında da karışıklık baş göstermişti. Nogay tarafından tahta çıkarılan Tokta bir müddet sonra, hamisine karşı mücadeleye başlamış ve Terek Nehrine yakın “Kukanlık” mevkiinde cereyan eden bir muharebe esnasında Nogay’ın kuvvetleri yenilmiş ve Nogay’ın kendisi de esir düşmüş ve Rus askeri tarafından kafası kesilerek öldürülmüştür (1299 yılı sonbaharı) Bununla, Altın Orda’da uzun yıllar en mühim bir rol oynamış olan Emir Nogay’ın hayatı da sona ermiştir. Mamafih hatırası ölümünden sonra da yaşamış ve kendine bağlı il ve uruğlar kendisinin adını alarak “Nogay” tesmiye edilmişlerdir. Aşağı İdil- Yayık ve Cim (Emba) nehirleri boyundaki “Nogaylar”(Mangıtlar) işte bunlardır.
(Prof.Dr Akdes Nimet Kurat,4. ve 18. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri)

Hun Türkleri'nin tarihinden bir kesit


Mete’nin orduda onlu sistemi tatbik etmek suretiyle toplumdaki kabilecilik gayretlerini kırıp devlete milli bir karakter kazandırmasından on yıllar sonra m.ö. 55’de Asya Hun Devleti ikiye ayrıldı:İktisadi darlık ve askeri güçsüzlüğü gerekçe gösteren Tanhu Hohonyeh Toyda Çin himayesine girilmesini teklif etmiş, bu teklif kardeşi Çiçi ve taraftarlarınca “gülünç ve utanç verici” ve kendilerinden ülkenin devralındığı atalarına karşı hürmetsizlik olarak telakki edilmişti. Kardeşler arasında baş gösteren mücadeleyi kazanıp Tanhu olan Çiçi hükümetinin Kuzey Moğolistan’daki ağırlık merkezini etrafını surlarla çevirerek bir şehir inşa ettiği Çu-Talas nehirleri arasına nakletti; fakat Çiçi’nin hâkimiyeti uzun sürmedi. Çinliler Hun başkentini tamamıyla tahrip etti.(M.Ö. 36) Başkentte hayrete değer bir mücadele yapılmış sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta Tanhuluk sarayı içinde oda oda çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dâhil saray mensuplarından 1518 kişi ellerinde kılıç devletleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdir. Asya’da Hun devletleri birer birer inkıraza uğrarken Hunlar’ın bir kısmı İtil-Kuma nehirleri mecrasından toplanmaya başlamışlardı. Geçen 400 yılda İtil boyundaki otlaklar Hunlar’a dar gelmeye başlamıştı,370’li yıllara gelindiğinde Hunlar’a enerjik ve cesur başbuğların nezaret ettiği muhakkak, işte bu başbuğlardan biri olan ve muhtemelen aşina sülalesine mensup(Türkler’de kutlu sülalelerden biri) Balamir öncülüğünde Hunlar İtil Nehrini geçtiler(370-375). Karadeniz’in kuzeyinde bir devlet kurmuş olan Ostrogotları(Almanlar) ve Vizigotlar mağlup edip devletlerini yıktılar.Hunlar’ın artık Orta Avrupa’da görüldüğü 5.yüzyılın başında yine aşina sülalesinden gelen aileye mensup başbuğların Hun kabilelerini birleştirerek kuvvetli bir devlet düzeni kurmaya muvaffak oldukları görülüyor 


… 451 başlarında Orta Macaristan’dan batıya harekete geçen Hun kuvvetlerinin mevcudu 80-100 bini Türk, bir o kadarı da yardımcı Germen ve Slav olmak üzere 200 bin kişi civarında idi. Hun orduları Mart ayı ortalarına doğru Ren nehrini üç koldan aşarak Galya’ya girdiği sırada, İtalya’dan yola çıktıktan sonra Hun düşmanı “barbar”ların sağladığı takviyeler ile sayısı yine 200 bine yükselen Aetius kumandasındaki Roma ordusu Galya’da kuzeye doğru hızla ilerliyor; Hun orduları Mettis’i ve Durocortorum’u zapt ederek Paris yakınındaki Aurelianum şehrine ulaştığı zaman, Aetius ’da oraya yetişmiş bulunuyordu. Fakat karşılaşma Atilla’nın Türk taktiğine daha uygun gördüğü Katalaunum (veya Campus Mauriacus veya Katalon)’da oldu (20 Haziran 451). Batı dünyasının iki yarısının birbirinin üzerine yüklendiği, nihayet 24 saat süren ve iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği(Jordanes’e göre 165 bin ölü) muhakkak olan bu büyük savaşta kimin galip geldiği hala münakaşa edilmektedir. Avrupalı tarihçiler, tâ A.Thierry’den beri (1856) Atilla’nın yenildiğini söylerler ve buna Roma kuvvetlerinin imha edilmeden Atilla’nın çekildiğini delil gösterirler. Ancak son araştırmalar meseleye biraz daha ışık tutmuş görünmektedir: Anlaşılmıştır ki savaş gününün akşamı Roma ordusu dağılmış, birlikleri arasında irtibatı kaybeden başkomutan Aetius bile yanlışlıkla düştüğü hun kıtaları arasından güçlükle kurtulmuş, ertesi gün erken saatlerde, Roma’ya bağlı Batı Got ordusu, savaşta ölen kral Theodorikh’in oğlu Thorismund idaresinde, muharebe meydanından uzaklaşmış, ağır kayıplara uğrayan Frank ordusu da onları takip etmişti. Ayrıca bu savaşta Atilla’nın da gayesine ulaştığı aşikârdı. Batı’yı hâkimiyetine alabilmek için Roma İmparatorluğu’nun asker ve insan deposu durumunda olan Galya barbarlarını saf dışı etmek isteği ile önce Galya’ya yürümüş olan Atilla, Roma’nın bu tabi müttefiklerinin savaş gücünü kırarak Roma'yı desteksiz bırakmaya muvaffak olmuştu. Ünlü Aetius ’un Roma’da gözden düşmesi bunun neticesiydi. Ordularını Galya ortasından oldukça sağlam ve disiplin içinde 20 gün kadar bir zamanda kendi başkenti bölgesine getirebilen Atilla kudret ve “korkunçluğunu” muhafaza ettiğine göre Kampus Mauriakus’ta Roma imparatorluğunun ne kazandığı, o sırada Roma’da sık sık sorulan suallerdendi. Nitekim daha bir yıl geçmeden Atilla İtalya seferine başladığı zaman Roma’nın Hunlar’a karşı çıkaracak kuvveti kalmamıştı. Hadiselere çağdaş Prosper Tiro(Papa Leo I in kâtibi) nun kaydettiğine göre Aetius mukavemet imkânsızlığı dolayısıyla, imparator Valentinianus’un İtalya’dan ayrılmasını tavsiye etmekte idi. 

Attila 452 baharında çekirdeğini süvari kuvvetlerinin teşkil ettiği 100 bin kişilik ordusunu Julia Alpleri’nden geçirerek bugünkü Venedik düzlüğüne indirdi. Oradaki meşhur Aquileia kalesini zaptettikten sonra Po Ovası’na girdi. Aemillia bölgesini işgale başlayıp Roma İmparatorluğu’nun o zamanki başkenti Ravenna’yı tehdit etmesi meselenin nihayete erdirilmesine kâfi geldi. Roma sarayı endişeli, halk telaşlı, senato ne olursa olsun barış yapmak kararında idi. Kilise de bu arzuya katıldı. Süratle bir heyet hazırlandı. Hitabeti ile meşhur Papa Leo I (“Büyük Leo”) başkanlığında konsül G. Avianus ve eski “praefecture” Trygetius’dan kurulu bu heyet, Mincio Irmağı’nın Po Nehri’ne döküldüğü düzlükte ordugâhını kurmuş olan Atilla tarafından kabul edildi (452 Temmuz ortası). Papa, imparator ve bütün Hristiyan dünyası adına, büyük Türk başbuğundan Roma’yı esirgemesini rica etti. Beş yıl kadar önce kahir bir kuvvetle Çekmece ’ye kadar geldiği halde nasıl İstanbul’u tahrip etmekten kaçınmış ise Papa’nın ağzından Roma’nın teslim olduğunu öğrendikten sonra bu eski medeniyet merkezini korumayı da vazife sayan Atilla, muzaffer ordusu ile başkentine dönerken, şüphesiz tıpkı Bizans gibi, Batı Roma İmparatorluğu’nun da kendi iradesine bağlandığı kanaatinde idi. Priskos’un, 448’de Hun başkentinde Batı Roma elçisi Romulus’dan duyurarak belirttiği üzere şimdi sıra Ortadoğu’daki Sasanilerde idi. Oranın da himayeye alınması ile “dünya hâkimiyeti” gerçekleşecekti; fakat bu Atilla’ya nasip olmadı. İtalya seferinden dönüşte rivayete göre Alman prensesi ile evlendiği günün gecesinde prenses tarafından zehirlenmiş ve ağzından burnundan kan boşalmak suretiyle ölmüştür(453). Yaşı 60 civarında idi. 

Atilla milletlerin hafızalarında ölümsüzlüğe ulaşmış tarihin nadir simalarından biridir. Hatırası etrafından İtalya’da Galya’da Germen memleketlerinde, Britanya’da İskandinavya’da ve bütün Orta Avrupa’da asırlarca ağızdan ağıza dolaşan efsaneler türemiş, romancılara, ressamlara, heykeltıraşlara konu olmuş, hakkında en çok kitap yazılan şahsiyetlerden biri durumuna yükselmiş, tiyatro yazarlarına, kompozitörlere ilham vermiş, adına bir düzineye yakın opera bestelenmiştir. Son yarım asırda yapılan tarafsız tarih araştırmaları onun Hristiyan Ortaçağı’nın taassup kokulu uydurmaları ile ilgisi bulunmadığını, Nibelungen (Nibelungen Destanı, Hun-Germen mücadelelerinden meydana gelir. Bu hikâyelerde Attila, Etzel adında büyük otoriteye sahip, barışsever ve yalnız asilere karşı kılıç kuşanan asil ruhlu bir hükümdardır.) destanları başta olmak üzere, çağdaşı kayıtları onu iyiliksever, babacan, çok yüksek vasıfta bir hükümdar olarak tanıdığını ortaya koymuştur. 

Attila’nın ölümünden sonra, hatunu Arıg-kan’dan doğan üç oğlu; sırasıyla İlek, Dengizik, İrnek babalarının yerini tutamadılar. İmparator olan İlek ayaklanan Germen kavimleri ile yaptığı Nedao (Avusturya’da) savaşında hayatını kaybetti (454). Çok cesur fakat siyasi zekâdan mahrum Dengizik imparatorluk birliğini yeniden kurmak için neticesiz mücadeleler içinde çırpına çırpına nihayet bir Bizanslı’nın kılıcı ile can verdi (469). İrnek ise büyük kardeşlerinin ölümünden sonra artık Orta Avrupa’da tutunmanın zorluğunu anlayarak savaşlarda yorgun düşen Hunlar’ın büyük kısmı ile Karadeniz’in batı kıyılarına döndü 

İrnek idaresindeki Hunlar’ın, önce Güney Rusya düzlüklerinde görünen, sonra Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da birer devlet kuran Bulgarlar ile Macarlar’ın teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Tarihi kayıtlarda Bulgar- Türk Devleti’nin hükümdar ailesi olan Dulo(Duolo) sülalesine mensup gösterilen İrnek, Macar geleneklerinde, Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad hanedanı tarafından ata tanınmaktadır.(Derlemedir) 


Hun imparatoru, kendisini bizzat gören Bizans tarihçisi Priskos'un tasvirine de uygun olarak, kısa boylu, hafif çekik gözlü ve yanık tenli olarak resmedilmiştir. 




(Yazı çeşitli kaynaklardan derlemedir.)

7 Şubat 2016 Pazar

“Moğol-Tatar(Türk)” Hâkimiyetinin Ruslar Üzerindeki Tesirleri

Rusya’da 240 yıl kadar süren “Moğol-Türk hâkimiyetinin birçok yönden Rus tarihine tesir yapmış olduğu aşikârdır; bunun en büyük izlerini siyasi sahada görüyoruz. Moğol istilasından önceki bir zamanda olduğu gibi, 13. ve 14. Yüzyıllarda Rus yurdu ayrı knezliklere bölünmüş ve tam bir siyasi anarşi içinde bulunuyordu. Hâlbuki Rus Knezlikleri karşısında gayet muntazam teşkilatlı ve birlik arz eden büyük bir Moğol İmparatorluğu ve sonraları Altın Orda Devleti vardı. Gerek Moğol İmparatorluğu ve gerekse Altın Orda’da “çözülmez bir devlet” görüşü muhafaza edilmekle beraber, hanların hâkimiyeti muayyen ve meşru prensiplere dayanıyordu. Vakıa, hanların çoğu ancak şahsi menfaatlerini gözetiyorlar ve hâkimiyetleri altında bulundurdukları memleketleri daima elde tutmak için esaslı tedbirler almıyorlardı. Buna rağmen, Rusya’ya karşı tatbik edilen siyasette bazı prensipler ve sistemler olduğu biliniyor. Fakat bu sistemde uzak görüşlü bir politika da olmadığı da muhakkaktır. 


Altın Orda Hanlığı zayıflamaya başlayınca, ”hanlar tarafından tatbik edilen Rus politikasının muayyen prensiplere dayandığını” iddia etmek için yeter derecede delillere malik değiliz. Bilakis “ bir prensipsizlik” ten bahsetmek mümkün gibi görülüyor. Hanların, karılarının ve mirzalarının, kendilerine en çok menfaat temin eden Rus knezini veya itimat telkin edenini “Büyük Knez” yaptıkları biliniyor. Moskova Knezleri bütün diğer Rus Knezlerinden daha mahir ve daha kurnaz davranmaları ile Altın Orda Hanlarını elde edebildiler. Git gide Moskova Knezleri, Hanların Rus yurdandaki “vekilleri” rolünü oynamaya başladılar ve Rus yurdunda, Hanların menfaatlerini temin yolunda hiçbir vasıtadan geri durmadılar. Bunun karşılığı olarak Altın Orda Hanları da, Moskova Knezlerini boyuna kuvvetlendirdiler. Moskova arazisinin genişlemesine göz yumdular. Moskova Knezliği'nin yükselmesi, büyük ölçüde Altın Orda’nın uzağı göremeyen hanlarının eseridir; Hanlar, kendi menfaatlerini daha iyi koruyacakları zannı ile Moskova Knezlerini devamlı olarak desteklediler ve kuvvetlendirdiler. 


1240 ile 1430 yılları arasında 130 Rus Knezi’nin Orda’ya, yani Hanların ordugâhlarına gittikleri biliniyor. Bunlardan birçoğu Hanların ordugâhında yıllarca kalıyordu. Orda’yı ziyaretleri esnasında Hanların nasıl mutlak bir hükümdar olduğunu yakından görüyorlardı; zaten Han, Rus tabiri ile “Çar” idi. Rus tarihinde "Çar” adı ilk önce Altın Orda Hanlarına verilen bir unvandır. Hakiki hükümdar örneği işte bu Altın Orda Hanlarıdır. Moğol Hanları, Moğol büyüklerinin Rus yurdunda alıp götürdükleri Rus kızlarından sarfınazar, Rus Knezleri de Moğol kızları ile evleniyorlardı. Moskova Knezi Yuri Daniiloviç’in karısı Özbek Han’ın kız kardeşi idi. Nizniy, Novgorod ve Yaroslavl’ Knezleri’nin karıları da Moğol mirzalarının kızları idi. Rus boyarlarından birçoğunun da Moğol kızları ile evlendikleri anlaşılıyor. Bu suretle Rusların yüksek tabakası “Tatarlaşmakta” idi. “Tatarlaşma” hareketinde en mühim cihette: Altın Orda’dan birçok Moğol-Türk büyüğünün Rus Knezlikleri hizmetine girerek Ortodoksluğu kabul edip Ruslaşmaları olmuştur. Rus Tarihi’nde mühim rol oynayan 130 kadar asil ailenin “Tatar”(Türk) menşeli olduğu söylenmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: Apraskin, Bebikov, Birkin, Blokhin, Boltin, Buselev, Vekentev, Veliaminov, Verderevskiy, Vislükhov, Gaiturov, Glinskiy, Glebov, Godunov, Golovin, Gotovtozov, Davudov, Daşkov, Derzavin, Dobrinskiy, Duvanov, Elizarov, Elkhin, Zdanov, Şemailov, Zagoskin, Zagraşkin, Zaitsev-Birdiokin, Zernov, Zlovin, İsmailov, Yusupov, Kamunin, Karandeev, Karaulov, Kasturev, Klement’yev, Klüşin, Knatov, Kokoşkin, Koltovsk, Koşkarav, Kremenets-pandin, Lübavski, Mansurov, Massalov, Matüşkin, Merlin, Meşçerskiy, Molivainov, Narbekov, Narışkin, Obez’yaninov, Obinyakov, Ob’yedov, Ogarev, Ognisov, Orinkin, Ostafiyev, Paulov, Petrov-Solovogs, Peşkov, Pilfiyemov, Poşegin, Plemyannikov, Podolskiy, Poliyanov, Porovat, Prokudin, Radilov, Ratayev, Rimskiy-Korsarov,Rostopçin, Rtişçev, Saburov, Safonov, Sverşkov, Svişov, Selivanov, Selivertsov, Simski, Sovin, Somonov, Sonin, Sorokumov, Sutin, Talusin, Taptukov, Tarbeyev, Tevaşev, Tepleyev, Teryaev, Timiryazev, Turgenev, Uvarov, Urusov, Fustov, Khabarov, Khitrov, Khofrin, Khodurev, Khomyakov, Khovakov-Yazıkov, Khonukov, Khotyaintsev,Çervkin, Çeremisov, Çirikov, Şişmatov, Şeydakov, Yaviyev, Yusupov, Yuşkov. Urallar’da büyük imalathaneleri olan ve Sibir’in zaptında büyük rol oynayan Strovganov’lar ile büyük Rus tarihçisi Karamzin ve yazar Aksakov da “ Tatar” menşeli idiler. 


Moğol mirzaları, Moskova Knezliğine, kendileri ile birlikte “Moğol-Türk devlet teşkilatı” sistemini getirmişler ve Moskova Knezliği’nde bu sistemin tatbikinde rol oynamışlardır. Moğol mirzaları kanlarında olan teşkilatçılık kabiliyeti ve enerjisini Rus Devleti’nin büyümesi için de sarf etmişler ve Büyük Rusya’nın kurulmasında mühim rol oynamışlardır. Moskova Knezleri’nin yaptıkları harplerde-Kasım Hanlığının Moğol(Türk) kıtalarının hizmetlerini hatırlarsak- Moskova Knezliği’nin ve dolayısıyla Rusya’nın kurulması, büyümesi ve fütuhatında bu Tatar(Türk) ların oynadıkları rol inkâr edilemez. Bu suretle Moskova Knezliği’ndeki “Devlet fikri”, Devlet İdare Şekli ve bilhassa Knezlerin hükümdarlık telakkilerine Moğol- Tatar Hanlarının, Moğol-Tatar sisteminin tesiri büyüktür. Mamafih, Moskova Rusyası’nın sadece “Moğol-Tatar” devlet teşkilatına malik olduğu da iddia edilemez. Moskova Devleti, Kiyef Rusyası’ndan kalan birçok müesseseyi yeni şartlara göre geliştirmiştir; devlet idaresinde yerli Slav- Rus hususiyetleri ile birlikte Bizans tesiri de çoktu; bunlara bir de mühim nispette Moğol-Tatar tesiri katılmış oldu. Rusya’daki “Moğol- Tatar hâkimiyeti” Kremlin’de “yeni tip bir devlet idaresi” ve “yeni tip bir hükümdar nesli” yetiştirdi. Bu hal Rus ahalisinin siyasi durumu ve siyasi telakkisi üzerine tesir yapmaktan da geri kalmadı. 


“Moğol- Tatar hâkimiyetinin en mühim tesirleri, iktisadi ve mali sahada görüldü. Rusya’da ilk defa olmak üzere “ vergi” ve “para” sistemi düzene kondu. İstiladan önce Knezler, ancak köylü ahaliden vergi alırlardı. Şehirler bundan muaf tutulurdu. Hâlbuki Moğollar her iki zümre arasında fark yapmadılar. Herkes vergiye tabi tutuldu. Rusya’da tatbik edilen vergi sisteminin izleri zamanımıza kadar gelmiştir. Rusçadaki “tamojnya” (gümrük) ve “tamga” sözleri bunu gösterir. Paranın karşılığı Rusça “den’ga”, Moğolca(Türkçe) “tenke” den(tanga) ve “Kopeyka-Kopek” Kebek Han’ın adından alındı. Moskova Knezliği’ndeki ve sonraları Rusya’daki vergi sisteminin tamamıyla Moğol teşkilatının devamı olduğu bilinmektedir. Posta ve ulak teşkilatının da Rusya’ya Moğollar tarafından getirildiği biliniyor: Rusçadaki “yamşçik”(yam’cı, arabacı) sözü bunu gösterir. Ticaret sahasında Moğollardan ve Doğu’dan gelen sözlere Rusça ’da çok tesadüf edilmesi bu hususta Moğol- Tatar tesirinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermeye yeter. Ticaret eşyası manasına gelen “tovar” sözü (“tovariş” yoldaş) Türkçe’deki “davar” dan gelir; bunun, Moğol istilasından önce Ruslar’a girmiş olması da muhtemeldir. Bundan başka doğu memleketlerinden gelen ticaret eşyası(kumaş, deri mamulatı v.s) arasında birçoğunun adı Türkçe, daha doğrusu, doğu memleketlerinde kullanılan sözlerdir. Türkler vasıtasıyla at ve arabayı daha geniş ölçüde kullanmayı öğrenen Ruslar, bunların isimlerini de Türkler’den almışlardır: “İğdiş” manasına gelen “ alaşa at” sözü Rusçaya umumiyetle “at” anlamında olmak üzere “laşadı” diye girmiştir. 

Giyim huşunda, bilhassa Rus yüksek tabakası olmak üzere Moğol- Tatar tesirinin kuvvetli olduğunu görüyoruz. Knezlerin ve boyarların elbiseleri Türk(tatar) mirzalarınkine benzerdi; sırmalı, işlemeli, çok renkli geniş ve uzun elbiseler, “kaftan, kalpak, kuşak, başlık, başmak” gibi Rusçaya giren sözler bunu açıkça gösterir. 

Moğol- Tatar hâkimiyetinin Rusya için en mühim tesiri: Altın Orda Hanlarının bilerek veya bilmeyerek müdahaleleri ve şuursuz politikaları sayesinde, Rusya’da Moskova etrafında toplanan, merkeziyetçi ve kuvvetli bir devletin meydana gelmesi olmuştur. Moğol- Tatarlar, Rus Ahalisinin diline, dinlerine, kanunlarına dokunmadılar; Rus Kiliseleri’ne imtiyazlar verilmekle, Rus Kültürü’nü muhafaza eden en mühim müesseseye gelişme imkânı verdiler; istila zamanı müstesna Rus ahalisi ve Rus büyüklerine karşı sistemli bir şekilde(sonraları Moskova Knezleri’nin Türk illerinde yaptıkları gibi) imha siyaseti takip edilmedi. Moğol Hanları, Moskova Knezleri’ni adeta kendi vekilleri bildiler ve ona hükümranlık hususunda örnek olarak Moskova Knezi’nin mutlak ve müstebit bir hükümdar olmasına yardım ettiler. 

Rusya’daki Moğol- Tatar hâkimiyetinin Rusya’nın dış siyaseti bakımından da ehemmiyeti büyüktür. Rusya, Altın Orda’nın hâkimiyeti sayesinde, birçok defa batı komşularından kendisini koruyabildi. 

Litvanyalılar’ın ve Alman şövalyelerinin daha fazla Rus Arazisi ’ne giremeyişlerinde Moğol- Tatar korkusu da mühim rol oynamışlardır. Hele Kırım Hanlarının Moskova’ya fiili ve diplomatik yardımları, Rusya’nın kendini Litvanya ve Lehistan Devleti karşısında tutabilmelerini sağlamış ve Osmanlı İmparatorluğu ile münasebetini temin etmiştir. 

Moskova Knezleri’nin saraylarında, yaşayış ve düşünüş tarzlarında, Moğol Hanlarını taklit ettikleri görülüyor. Askerlik, vergi, avcılık ve elçilik merasimlerinde ve daha birçok hususta Moğol- Tatar müesseselerinin örnek tutulduğu da muhakkaktır. Altın Orda yıkılıp, hakiki hanlar ortadan kalktıktan sonradır ki, Moskova Knezleri hem kendi telakkilerine göre, hem de Rus ahalisi nazarında hakiki “ Çar” olan Altın Orda Hanlarının makamlarına geçmek ve kendilerini “Çar” tanıtmak davasına giriştiler. Onların bu yoldaki arzuları, o sıralarda Moskova’nın bazı muhitlerinde teşekkül eden yeni bir görüş ile kuvvet buldu; bu görüş “Moskova-Üçüncü Roma” diye bilinmektedir.





“TATAR BOYUNDURUĞU” TABİRİ DOĞRU DEĞİLDİR

Rus tarihinde “Tatar boyunduruğundan”(Tatarskoye igo) o kadar moda olmuştur ki, Sovyet-Rus tarihçileri bile bu tabiri tekrar ele almışlardır. Şüphesiz yabancı bir zümrenin, hele ırk ve din bakımından büsbütün ayrı olan bir kavmin hâkimiyeti kolay bir şey değildir. Fakat 240 yıl süren Altın Orda hâkimiyeti neticesinde Ruslar, dillerini, dinlerini, topraklarını ve idare teşkilatlarını tamamıyla muhafaza etmek şöyle dursun, bütün bunları geliştirmeye muvaffak olduklarına bakılırsa, bu tatar hâkimiyetinin “boyunduruk” olmadığına hükmetmeliyiz. Yalnız yabancı bir zümre değil, öz hükümet bile, isyan çıkarsa- derhal bastırılır ve bu münasebetle şiddet kullanılır, sırasına göre binlerce kişi öldürülür; mükellefiyetler yerine getirilmediği zaman bunların icrası için zor kullanılır. Altın ordu Baskakları ve Darugalarının başka türlü hareket etmedikleri tarihi bir hakikattir. Altın Orda’nın Rus Knezliklerindeki hâkimiyetleri sonraki Rus Çarlarının, Kazan Başkurt, Kırım, Kafkas ve Türkistan’daki hâkimiyetlerine nispetle daha sert olmadığı meydandadır. Müthiş İvan’ın ve Romanof ailesinden gelen Çar hükümetlerinin Türk kavimlerini imha yolunda aldıkları tedbirlerin onda birinin Altın Orda Hanları tarafından işlenmediği de muhakkaktır. Rus Knezlerine yapılagelen bazı baskılar ve şiddetler daha ziyade Rus Knezleri’nin Saray’da, Hanlar yanında, rakipleri knezlere karşı yaptıkları entrikalardan ileri geldiği de biliniyor. Moğol- Türk devleti ananesinin icabı olarak Altın Orda’da tam bir din ve dil toleransı vardı. Bu kavimler pek de ağır olmayan mükellefiyetleri doğru dürüst yerine getirdikten sonra, lüzumsuz yere tazyike maruz kalmıyordu. Rus kilisesi, hatta Altın Orda Hanlarının verdikleri yarlıklar sayesinde “ Tarhanlık” kazanmıştı; yani birçok imtiyaza sahipti. Böyle olmasına rağmen, Tatarlara karşı Rus kalkınmasını körükleyen müessese bilhassa kilise olmuştur. İki buçuk yüzyıl süren Tatar hâkimiyetinin tesiri icabı Altın Orda Hanları Rus ahalisi nazarında tam bir hükümdar gibi telakki ediliyordu. Han’ın karşılığı olan Han’ın (Tsar) ancak “Saray Han’ı” olduğu kabul edilmişti; bu yüzdendir ki, Rus Knezleri ancak Altın Orda hâkimiyetinden çıktıktan sonra “Çar” lakabını almaya cesaret etmişlerdir. 
(Prof.Dr Akdes Nimet Kurat,4. ve 18. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri)

3800 Yıllık Lolan Güzeli Diye Adlandırılan Türk Kraliçe Çin'de Bulundu.


Asya’nın binlerce yıl öncesine uzanan gizemli geçmişine ışık tutan bir mumya, Çin’in politik engelleri nedeniyle ABD’de gösterileceği sergiden aniden çıkartıldı. 

Bu gelişme, Asya’nın kökenleri hakkında büyük sırlar saklayan mumyanın üzerindeki tartışmaları tekrar gündeme getirdi. 

Pekin’in sergilenmesinden rahatsız olduğu mumya 3,800 yaşında. Buna rağmen yarı açık gözlerindeki uzun kirpikleri düzgün biçimde korunmuş ve çok iyi durumdaki uzun saçları omuzlarına düşüyor. 

Beauty of Xiaohe, yani “Xiaohe’nun Güzelliği”, Çin’in kurak Doğu Türkistan eyaletindeki Tarım Havzası’nda bulunan onlarca mumyadan sadece biri. Mumyanın özelliği, bulunduğu bölgede Çinlilerden çok önce yaşamış olması ve görünümüyle Kafkasyalı insanlara benzerlik göstermesi. Bu iki unsur, Çin’in bulunduğu topraklardaki ilk yerleşimcilerin Çin’li olmadıkları teorisini ortaya atıyor. 

Xiaohe’nun Güzelliği, sadece batı eyaleti Doğu Türkistan’daki ilk yerleşimcilerin kim olduğu hakkında değil, aynı zamanda petrol zengini bölgenin ne zamanda beri Çin’in parçası olduğu sorusunu da akıllara getiriyor. 

Bu soruları önemli kılan faktör, Pekin hükümetinin Doğu Türkistan (Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki) Türkçe konuşan, yaklaşık otuz milyon Uygur Türklerine uyguladığı ayrılıkçı hareket. 

Çin hükümetinin onayladığı resmi tarihi kayıtlara göre, Çinlilerle Batı dünyasının ilk teması, M.Ö 200 yıllarında gerçekleşti. Dönemin imparatoru Wu Di, Moğolistan’dan gelen Hun akınlarını engellemek için Batı uygarlıklarıyla ittifak yapmaya yöneldi. 

Kayıtlara göre Wu Di, M.Ö 139 yılında, yardımcılarından Zhang Qian’ı, istediği ittifak anlaşmasını sağlaması için Batı’ya gönderdi. Zhang, kendisine verilen görevde Tarım mumyaların keşfedilmesi, Kafkasya’dan gelen yerleşimcilerin Çin’in bazı bölgelerine Wu Di’nin zamanından binlerce yıl önce geldikleri düşüncesini güçlendirdi. Kısaca, Kafkasyalılar, Doğu Türkistan (Sincan bölgesine) Doğu Asyalılardan çok daha önce varmıştı. başarılı olamadı. Ancak onun Batı’ya gitmek için kullandığı, Asya, Avrupa ve Afrika’yı kapsayan rota, İpek Yolu’nun güzergahlarından birini oluşturdu. 


MUMYALARIN SIRRI

Xiaohe’nun Güzelliği, iki bin ile dört bin yıl öncesine ait 150 adet eşya ile birlikte gömülen iki diğer mumyayla bulundu. Mumya, ABD’de ilk olarak Mart 2010’da California’daki Bowers Müzesi’nde sergilendi. Mart 2011’de ise Pennsylvania’da“İpek Yolu’nun Sırları” adlı sergide yer alacaktı. Ancak Çin’in müdahalesi ile sergiden çekilmesi büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Serginin başında bulunan Çin dili ve edebiyatı uzmanı Victor Mair, AP haber ajansına yorum yapmayı reddetti. 
Mumyaların görünümleri, Bronz Çağı’nda yaşamış bu göçebelerin Hint-Avrupa dilleri konuştuğu ve Rusya veya Ukrayna’dan gelmiş olabileceğini öne sürüyor. 

Mumyalar, National Geographic Topluluğu’nun, insan genetiğinin zaman içinde nasıl değişim gösterdiğini araştıran projesi kapsamında incelendi. Projenin başındaki Spencer Well, Tarım Havzası mumyalarının Çin’in batı bölgelerine kültürlerini, kendilerine özgü eşyalarını ve genlerini getirdiklerini, hatta atı ilk evcilleştiren insanlar da olabileceklerini belirtti. 

Tarım mumyalarını 1993’ten beri inceleyen Pennsylvania Üniversitesi öğretim üyesi Mair ise mumyalarla birlikte bulunan bronz ve koyun kemiğinden yapılma eşyalara bakarak, Avrupalıların metalürji alanındaki teknolojilerini Çin’e getirmiş olabileceklerine değindi. 

Mair, yapılan gen çalışmalarından elde edilen bulguların, “Batıdan gelen erkeklerle, Orta Asya’daki kadınlar arasında bağlantı kurduğunu” ifade etti. 

YÜZ HAtlARI BİLE BOZULMADI

Deliller, o dönem Çinlilerin mumyalarını gömdükten sonra mezarları eşya koymak için tekrar açtıklarını, böylece hatalarını görerek mumyalarını koruma yöntemlerini geliştirdiklerini gösterdi. Dik duran vaziyette gömülen mumyalarla birlikte bulunan eşyalar ise M.Ö 138 civarında kullanılmaya başlanan İpek Yolu’ndan çok önceki dönemlerde Avrupa-Asya arasında ticaret yapıldığını ortaya koydu.Tarım Havzasının çorak ve tuzlu toprakları, günümüze ulaşan mumyaların birçok antik Mısır dönemine ait mumyadan daha iyi korunmasını sağladı. Mumyaların yüz hatlarındaki çizgilerin bile belirgin olması, bugün Pekin’i tedirgin eden teorileri güçlendirdi. 
ÇİN SERGİLENMELERİNE KARŞI

2007 yılında, Çin hükümeti National Geographic Topluluğu’nun yürüttüğü gen araştırmasına izin verdi. Yapılan araştırmanın sonunda, mumyaların Avrupa, Mezopotamya, İndus Nehri bölgesi ve henüz belirlenmeyen diğer bölgelerden geldikleri anlaşıldı. 

Daha da ilginci, bazı mumyalar, üzerlerine dokuma kumaş giydirilerek gömülmüştü. Bu kumaşlar, İskoçya’nın kuzeyindeki yaşayan klanların ölülerini gömerken giydirdikleri ekoseli kumaşa çok büyük benzerlik gösteriyordu. Ancak ilginç detaylar bununla bitmedi. 

Bazı erkek ve kadın mumyalarda, şaman olduklarını kanısını güçlendiren uçları uzun şapkalar bulundu. Bu şapkalar, tıpkı Oz Büyücüsü filmindeki büyücü şapkasının benzeriydi. Bu mumyaların giysi ve çantalarında, hint keneviri dahil olmak üzere tedavi amaçlı kullanılan bitkiler çıktı. Ayrıca, tılsımlar ve ayinlerde kullanıldığı düşünülen renkli çubuklar ortaya çıkarıldı. 

Tüm bunlardan çok daha fazla gizeme sahip Tarim mumyaları, Pekin hükümetinin fazla üzerine gidilmesini istemediği antik eserler durumunda. Pekin’in bu konudan fazla bahsedilmemesini istemesinin bir diğer sebebi de, Uygur Türklerinin mumyaları sahiplenmesi.

kaynak